top of page

İlahi Nefes - Başlangıcın Sırrı Bölüm 2

  • Yazarın fotoğrafı: Admin
    Admin
  • 10 Tem
  • 11 dakikada okunur
Evrenin Başlangıcından İnsan Oğlunun Yeryüzünde Yürüyüşüne
Evrenin Başlangıcından İnsan Oğlunun Yeryüzünde Yürüyüşüne

1. Bedenî yön:

Toprak ve sudan gelen maddeye dayanır.



2. Ruhî yön:

Allah’ın üflediği hayat nefesine dayanır.




Kur’an, insanın yaratılışını anlatırken şöyle der:


“Onu şekillendirdiğimde ve ona Ruhumdan üflediğimde...”

(Hicr, 29)


Bu ayet sadece insanı değil,

Hayatın temel prensibini de anlatır:


- Madde tek başına yeterli değildir.

- Gerçek hayat, ilahi ruhla anlam kazanır.


Topraktan yaratılan beden,

Sudan beslenen bir sistemdir.

Ama o bedene hayat veren,

Allah’ın ruhundan üflenen o sırdır.


Felsefi Derinlik: Hayatın Metafiziği


Hayatın doğuşu sadece biyolojik bir süreç değildir.


- Hayat, varlığın bilinç kazanmasıdır.

- Hayat, İlahi hakikatin maddeye yansımasıdır.

- Hayat, kainatın Rabbine açılan bir pencere gibidir.


İmam Cafer Sadık (aleyhisselam) şöyle der:


“Allah, hayatı, kendi kudretinin şahidi kıldı;

Ve ruhu, varlığının delili yaptı.”

(Tevhîd-i Sadûk)


Bu bakış açısıyla, hayatın doğuşu,

Aslında evrenin Allah’a şahitlik etmeye başlamasıdır.


Her canlı varlık,

Sadece kendi varlığını değil;

Aynı zamanda Yaratan’ını da ilan eder.


Bu yüzden ilk hücrenin doğuşu,

Kainat tarihinin en önemli dönüm noktasıdır.


1.7 Bilincin İlk Kıvılcımı: Hayatın Kendini Tanıması


Hayat toprakla buluştu,

Su ile yeşerdi,

Ruh ile anlam kazandı.

Ancak hayatın en büyük sıçraması henüz gerçekleşmemişti:

Bilinç.


Bilinç, hayatın sadece yaşamakla kalmadığı,

Kendisinin farkına vardığı andır.

Ve bu an, evrenin en sessiz ama en büyük devrimlerinden birini başlattı.


İlk Hayatlar: Basit Ama Hayati


İlk hayat formları basit organizmalardı:


- Tek hücreli canlılar,

- İlkel bakteriler,

- Suyun içinde serbestçe yüzen mikroplar.


Bu varlıklar yaşam enerjisine sahipti.

Ama bir bilinçleri yoktu.

Sadece içgüdüsel tepkilerle çevrelerine cevap veriyorlardı.


Onlar hayattaydılar,

Ama hayatta olduklarının farkında değillerdi.


Bu aşama, ilahi takdirin ilk basamağıydı:

Varoluşun temel atölyesi kuruldu.

Şimdi sıra, hayatı anlamlı kılacak bilinci yaratmaktaydı.


Ehlibeyt öğretileri, bu aşamayı “hayatın sessiz ibadeti” olarak adlandırır:

Canlılar vardı, ama henüz kendi varlıklarının şuuruna ermemişlerdi.


Bilincin Tohumu: İlk Tepkiler


İlk bilinç belirtileri,

Canlıların çevresel uyarılara verdikleri daha karmaşık tepkilerle başladı.


- Tehlikeden kaçmak,

- Gıdaya doğru yönelmek,

- Zararlıdan sakınmak...


Bu basit davranışlar, bir iç refleksin ötesinde,

Ortamı “anlama” çabası olarak belirdi.


İlk defa hayat,

Varlığını korumak için çevresini “okumaya” başlamıştı.


Bu okuma, ilahi hikmetin bir tecellisiydi.

Çünkü bilinç, sadece beyin kimyasının ürünü değil;

Allah’ın hayatın içine serpiştirdiği kutsal bir kıvılcımdı.


İmam Ali (aleyhisselam) şöyle buyurur:


“Bedenlere hayatı, hayatlara şuur kıvılcımını bahşeden O’dur.”

(Nehcü’l-Belâğa)


Bilinçli Hayatın İlk Adımları


Zamanla, daha karmaşık organizmalar evrimleşti:


- Çok hücreli canlılar,

- Basit sinir sistemleri,

- İlkel algılar.


Bunlarla birlikte hayat, ilk defa

“kendine dönük” bir bilinç geliştirmeye başladı.


Bir canlı, sadece var olmakla yetinmiyor;

Varoluşunu sürdürebilmek için çevresiyle daha karmaşık ilişkiler kuruyordu.


Bu gelişim, bilinçli hayatın doğuşuna giden yoldaki ilk adımlardı.


Kur’an-ı Kerîm, bu durumu şu şekilde ifade eder:


“Biz her şeyi çift yarattık, belki düşünürsünüz diye.”

(Zâriyât, 49)


Düşünme ve idrak etme yeteneği,

İlahi hikmetin hayatı kemale erdirme planının bir parçasıydı.


Bilincin Metafizik Boyutu


Felsefi açıdan bilinç,

Sadece bir sinirsel süreç değildir.


Ehlibeyt öğretileri bilinç hakkında şunu söyler:


- Bilinç, varlığın Rabbine yönelme eğilimidir.

- Bilinç, maddenin ruhla temas kurduğu noktadır.

- Bilinç, hayatın kendini aşma arzusudur.


İmam Cafer Sadık (aleyhisselam) şöyle buyurur:


“Şuur, kalbin gözüdür;

Ve o göz, Allah’a bakmaya meyillidir.”

(Usûl-i Kâfî)


Bu öğretiye göre, bilinç:


- Sadece çevresel uyaranlara tepki vermek değil,

- Varlığın anlamını sorgulamak,

- Kendi varoluşunu anlamlandırmak,

- Ve sonunda Yaratan’a yönelmek demektir.


İşte bu yüzden bilinçli hayat,

Evrende ilahi bir şahidin var olmasıdır.


Hayat artık sadece yaşamak için değil;

Varlığın anlamını idrak etmek için nefes almaktadır.


Bilincin İlk Aynası: Benlik Fikri


Bilinç geliştikçe, canlılar çevrelerini daha iyi tanıdı.

Ancak asıl büyük adım,

“ben” kavramının doğuşuyla atıldı.


- “Ben buradayım.”

- “Ben farklıyım.”

- “Ben varım.”


Bu düşünceler, evrende ilk defa bir canlının kendi varlığını ayrı bir gerçeklik olarak idrak etmesiyle doğdu.


Bu, varoluşun en büyük devrimiydi.

Çünkü artık hayat,

Sadece dış dünyaya değil;

Kendi içine de bakmaya başlamıştı.


Bu, insanlık tarihinin de temel taşını oluşturacak bir bilinç sıçramasıydı.


Felsefi Değerlendirme: Bilincin Hikmeti


Neden hayat sadece var olmakla kalmadı da,

Kendini bilmek gibi zor ve sancılı bir sürece girdi?


Çünkü varlık, kendi kaynağına dönmeye mecburdu.

Ve bu dönüş, bilinçle başlıyordu.


İmam Ali (aleyhisselam) şöyle buyurur:


“Kendini bilen, Rabbini bilir.”

(Nehcü’l-Belâğa)


Bu yüzden bilinç:


- Sadece bir beyin fonksiyonu değil,

- İlahi bir yolculuğun ilk adımıdır.


Bilinç, hayatın Allah’a doğru yaptığı sessiz ama azimli yürüyüştür.


Bu yüzden her bilinç parıltısı,

Aslında evrendeki ilahi tecellinin bir yansımasıdır.


1.8 Ruhun İlahi Hakikatle Buluşması: İnsanlığın Doğuşu


Yıldızlar ışıldıyor,

Gezegenler sessizce dönüyordu.

Hayat toprağın bağrında filizlenmiş,

Bilinç ilk kıvılcımlarını yakmıştı.


Ama evren hâlâ bir şeyin özlemini çekiyordu:

İlahi Ruh’un taşıyıcısını.


Hayat, mükemmelliğin eşiğinde duruyordu.

Şimdi, varoluşun en büyük sırrı ortaya çıkacaktı:

İnsan.


İlahi Nefha: Topraktan Ruhu Üflemek


Kur’an şöyle buyurur:


“Sonra onu düzeltip şekillendirdi ve ona kendi ruhumdan üfledim.”

(Secde, 9)


İşte bu âyet, kainattaki en büyük olayı işaret eder:

Allah (azze ve celle), maddi yaratılışa ruhani bir cevher kattı.


İnsan, sadece topraktan değil;

Aynı zamanda İlahi Ruh’un bir nefhasından yaratıldı.


Bu olay, Ehlibeyt öğretilerinde şöyle anlatılır:


- Toprak, alçakgönüllülüğü, sabrı ve sebatı temsil eder.

- Ruh ise aşkı, bilgiyi ve sonsuzluğu.


İnsan, bu iki zıt kutbun mükemmel birleşimidir.

Toprağın mütevazılığı ile Ruhun yüceliği arasında gerilmiş bir varlıktır.


Topraktan Heykeller, Ruhla Diriliş


Allah insanı yarattı:


- Maddesel olarak: Toprak ve su ile,

- Ruhani olarak: İlahi nefha ile.


Toprak, Adem’in (aleyhisselam) bedenini oluşturdu.

Ama o beden henüz cansız bir heykeldi.

Asıl hayat, Allah’ın “Kendi Ruhumdan üfledim” hitabıyla başladı.


Bu üfleme:


- Sadece nefes değil,

- Bilinç,

- Aşk,

- Marifet,

- İlahi özlemi de beraberinde taşıdı.


İnsan sadece yaşayan bir organizma değil;

Allah’ı arayan bir ruh oldu.


Ehlibeyt öğretilerine göre, insanın yaratılışındaki en büyük hikmet şudur:


“Allah, kendisini tanıyacak ve sevecek bir varlık yaratmak istedi.”


Bu yüzden insan:


- Bilmek,

- Sevmek,

- Anlamak

Ve

- Allah’a yönelmek için yaratıldı.


İlahi Emrin Şahidi: Meleklerin Secdesi


Yaratılışın en görkemli anlarından biri, meleklerin insan karşısında secde etmesiydi.


Kur’an şöyle buyurur:


“Ve biz meleklere dedik: ‘Adem’e secde edin.’ Hepsi secde etti, yalnız İblis etmeyenlerden oldu.”

(Bakara, 34)


Bu secde:


- Bedenin değil,

- İçindeki İlahi Ruh’un yüceliğineydi.


Melekler, insanın taşıdığı o sonsuz potansiyele,

Allah’a ulaşabilecek o derin ruha secde ettiler.


Ehlibeyt öğretilerinde bu olay, şöyle yorumlanır:


- Melekler, saf itaatin simgesidir.

- İnsan ise özgür iradenin ve aşkın taşıyıcısıdır.


Bu yüzden insanın değeri,

Seçebilmesinde,

Kendi iradesiyle Allah’a yönelebilmesindedir.


İnsanın Özünde Yatan Kutsal Yolculuk


İnsan:


- Topraktan geldi,

- Gökyüzüne bakar.

- Bedeni dünyaya bağlı,

- Ruhuyla sonsuzluğu özler.


Bu, insanın trajedisidir:

Yeryüzüne zincirlenmiş bir sonsuzluk tutkusudur.


Ama aynı zamanda insanın şerefidir:

Çünkü o, dünyayı aşarak Allah’a ulaşabilen tek varlıktır.


İmam Ali (aleyhisselam) şöyle der:


“Kendini küçük bir cisim sanırsın,

Oysa içinde koca bir âlem gizlidir.”

(Nehcü’l-Belâğa)


İnsanın içinde:


- Bilgi,

- Aşk,

- Marifet,

- İlahi ışık

Tohum halinde mevcuttur.


Görevi bu tohumları yeşertmek,

Kendi içindeki sonsuz âlemi keşfetmektir.


İnsanın İlahi Emanaeti: Hürriyet ve Sorumluluk


Kur’an, insana verilen en büyük emaneti şöyle açıklar:


“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik; onlar bunu yüklenmekten çekindiler. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.”

(Ahzâb, 72)


Bu emanet:

İrade ve sorumluluktur.


- İnsanın Allah’ı özgürce seçme iradesi,

- Doğru ile yanlışı ayırt etme sorumluluğu,

- Kendi nefsini aşarak Rabbine yönelme görevi...


Bu emaneti almak, büyük bir şereftir.

Ama aynı zamanda büyük bir sorumluluktur.


İnsan, bu iradeyi doğru kullanırsa meleklerden üstün olur.

Yanlış kullanırsa hayvanlardan aşağı düşer.


Ehlibeyt öğretileri der ki:


“İnsanın değeri, iradesini Allah’a teslim ettiği oranda ölçülür.”


Felsefi Değerlendirme: İnsan ve Kozmosun Birleşimi


İnsan, evrenin özüdür.

Bütün varlıklar onun için hazırlanmıştır.


- Yıldızlar onun gözleri için parladı,

- Nehirler onun susuzluğunu gidermek için aktı,

- Dağlar onun için yükseldi,

- Bitkiler onun için yeşerdi.


Ama insanın nihai amacı:


- Ne sadece yaşamak,

- Ne sadece sahip olmak,

- Ne de sadece hükmetmek…


İnsanın nihai amacı:

Allah’ı bilmek ve O’na dönmektir.


Bu yüzden insan,

Topraktan yaratıldı ama

Sonsuzluğu içinde taşır.


İşte yaratılışın sırrı budur:

Toprağın kalbinde gizlenen İlahi Nur.



3. Bölüm


İlk Ruhun Bedenle Buluşması: İnsanın Yaratılış Serüveni




2.1 İlahi Kudretin Tecellisi: Topraktan Suretin Şekillenişi


İlahi Kudret,

Sonsuz ilmi ve hikmetiyle,

Kainatın sessizliğinde özel bir varlık yaratmayı murat etti.

Yeryüzünden alınan saf ve temiz bir toprak özü,

İlahi ellerde yoğruldu.


Bu toprak,

Ne çok katı, ne çok yumuşak;

Ne çok sıcak, ne çok soğuktu.

İlahi ölçüyle dengelendi.


Bu suret,

Henüz cansızdı.

Fakat içindeki potansiyel,

Yaratılışın en büyük sırrını taşıyordu:

İnsanın özü, İlahi hakikate bir aynaydı.


Ehlibeyt rivayetlerinde bildirildiği üzere,

Bu hamur, kırk gün yoğruldu ve

İlahi nurla beslenen melekler onun etrafında hayretle dolaştı.


Bu bekleyiş,

Ruhun üfleneceği kutsal anı hazırlıyordu.




2.2 Ruhun Üflenmesi: İlahi Sırrın İnsanda Tecellisi


Bir gün geldi ki,

Rahman’ın emriyle,

Bu topraktan şekillenen kalıba İlahi Ruh üflendi.


Bu üfleyiş,

Sadece bir can vermek değil;

İlahi isimlerin ve sıfatların bir parıltısını bedene nakşetmekti.


İnsan,

Yalnızca et ve kemikten ibaret değildi.

Onun özünde,

İlahi sıfatların bir tezahürü vardı:

İlim, hikmet, merhamet, adalet...


Ehlibeyt’ten gelen bilgilerde,

Bu üflenen ruhun,

“Nur-i Muhammedî” ile bağlantılı olduğu,

Yani bütün hakiki rehberlerin ve velayet nurunun bu ilahi nefeste saklı bulunduğu bildirilmiştir.




2.3 İlimle Şereflendirilmesi: İsimlerin Öğretilmesi


Yaratılan insanın üstünlüğü,

Yalnızca beden yapısında değildi;

Esas sır,

Ona öğretilen İsimlerde gizliydi.


Allah Teâlâ,

Âdem’e bütün isimleri öğretti:

Meleklerin bilmediği gizli hakikatleri,

Varlıkların özündeki sırları.


Bu,

Sadece kelime ezberi değil,

Eşyanın hakikatine vukuf idi.


Her varlık,

Bir isim taşıyor,

Her isim bir hakikate işaret ediyordu.


İlim,

İnsanın Allah’a yaklaşmasında en büyük basamaktı.


Ehlibeyt öğretilerine göre,

Bu isimlerin en yücesi,

Velayet Sırrı idi.

Yani gerçek önderlerin ilmî nuruna bağlı sırlar.




2.4 Meleklerin Secdesi: İlahi Nefese Saygı


İlahi emir geldi:

“Melekler!

Âdem’e secde edin.”


Bu secde,

Bedene değil;

Onda parlayan İlahi Nefese,

Allah’ın kudretine yapılan bir secdeydi.


Melekler,

Tereddütsüz secde ettiler.

Onlar, İlahi emir karşısında mutlak teslimiyet içindeydiler.


Ancak,

İblis büyüklük tasladı.

Kendisinin ateşten, Âdem’in ise topraktan yaratıldığını ileri sürerek secde etmeyi reddetti.


Kibir ve haset,

İblis’i İlahi rahmetten tard etti.


Ehlibeyt rivayetlerinde,

İblis’in ilk azgınlığının,

Velayet nuruna düşmanlık duymak olduğu vurgulanır:

Hakikate secde etmekten kaçınmak.




2.5 İlahi Emanet: İrade ve Sorumluluğun Yüklenmesi


İnsan,

Sadece bir ruh taşıyıcısı değil,

Aynı zamanda İlahi Emanetin de hamili oldu.


Kur’an’da geçtiği gibi:

“Gökler, yer ve dağlar emaneti yüklenmekten çekindiler.

Ama insan onu yüklendi. Çünkü o çok zalim ve çok cahildir.” (Ahzab 33:72)


Bu emanet,

Özgür iradeydi:

Seçme, tercih etme ve sorumluluk taşıma yetisi.


İnsan,

Bu yüce emaneti alarak,

Yüksekliğe de düşkünlüğe de açık hale geldi.


Ehlibeyt’e göre,

Bu emanetin özü,

Velayet ve nübüvvetin tanınmasıdır:

Hak rehberlere itaati kabul etmek ya da reddetmek insanın en büyük imtihanıdır.




2.6 Cennette İlk İkamet: İlahi Eğitim Sahası


İnsan,

Rabbin rahmetiyle,

Yüksek bir cennette ikamet ettirildi.


Burada,

Eksiksiz nimetler içindeydi.

Açlık, susuzluk, çıplaklık ve yorgunluk yoktu.


Fakat İlahi bir sınır çizilmişti:

“Şu ağaca yaklaşmayın.”


Bu sınır,

Özgür iradenin sınanacağı ilk dersti.


Cennet,

Sonsuz bir ödül değil;

Aslında bir hazırlık ve eğitim sahasıydı.


İnsanın kalbine,

Teslimiyet ve sabır ilkeleri bu ortamda yerleşecekti.




2.7 İblisin Vesvesesi: İlk Aldanışın Hikâyesi


İblis,

Kendi lanetini insanın üzerine taşımak istedi.


Vesvese verdi:

“Bu ağaca yaklaşırsanız ebedî olursunuz, meleklerden olursunuz.”


İnsanın zayıf yönü,

Ebediyet arzusu ve üstünlük isteği vesvese kapısını araladı.


Âdem ve Havva,

İblisin tuzağına düştü.


Ağaca yaklaştılar ve İlahi emri ihlal ettiler.


Fakat bu isyan,

Büyük bir küfür değil;

Bir yanılma ve gafletti.


Ehlibeyt’in açıklamasına göre,

Âdem’in hatası,

Bilinçli bir isyan değil,

Cehaletin ve vesvesenin sebep olduğu bir zelle (küçük sürçme) idi.




2.8 İlahi Merhamet Kapısı: Tevbe ile Arınma


Yanılgının ardından,

İnsan kalbinde derin bir pişmanlık hissi doğdu.


Âdem ve Havva,

İlahi kapıya yöneldiler:


“Rabbimiz!

Kendimize zulmettik.

Eğer bizi bağışlamazsan,

Mutlaka ziyan edenlerden oluruz.” (A’raf 7:23)


Bu ilk tevbe,

Tevbenin kapısının her zaman açık olduğunun

Ebedî bir göstergesi oldu.


Allah Teâlâ,

Onların tevbesini kabul etti.

Ve insan,

Günah işleyebilse de

Daima Rabbin rahmetine dönebileceğini öğrenmiş oldu.


Ehlibeyt’e göre,

Tevbe, yalnızca sözle değil;

Kalbin hakiki pişmanlığı ve amellerin düzelmesiyle gerçek olur.


2.9 İnsanın Yeryüzünde Çoğalması: İlk Nesillerin Doğuşu


Tevbe ile arınan Âdem ve Havva,

Rablerinin iradesi doğrultusunda yeryüzüne indirildiler.

İnsanlık tarihi,

İşte bu inişle başladı.


Yeryüzü,

Artık İlahi imtihanın arenasıydı.

İnsanlık burada çoğalacak,

İyi ve kötü arasındaki mücadeleyi yaşayacak,

Hakikati bulacak ya da kaybedecekti.


İlk çocuklar doğdu:

Habil ve Kabil.


İkisi,

İnsan fıtratının iki farklı yönünü temsil ediyordu:

Teslimiyet ve isyan;

Tevazu ve kıskançlık.


Ehlibeyt kaynaklarına göre,

Allah-u Teâlâ, her biri için bir görev ve rızık belirlemişti:


Habil çobanlık yapıyor,


Kabil ise tarım ile uğraşıyordu.



Bu farklılık,

Onların karakterlerini de şekillendiriyordu.




2.10 İlk Kurban ve İlahi Kabul


Bir gün Allah Teâlâ,

Onlardan kurban sunmalarını istedi.

Bu,

Tevazunun ve ihlasın bir testi olacaktı.


Habil,

En güzel koyununu seçti:

Sağlıklı, dolgun ve temiz.


Kabil ise,

Çürük ve değersiz mahsullerden bir kısmını getirdi.

Çünkü kalbinde Allah’a karşı tam bir teslimiyet yoktu.


Kurbanlar sunuldu.

İlahi bir işaretle,

Habil’in kurbanı kabul edildi,

Kabil’inki ise reddedildi.


Bu kabul ve ret,

Dışa değil,

Kalpteki niyete dayanıyordu.


Ehlibeyt rivayetleri der ki:

“Amellerin değeri, niyetlerin saflığına göredir.”


Bu olay,

İnsanlık tarihinde niyetin amelden üstün olduğunun ilk açık tecellisiydi.




2.11 Kıskançlığın İlk Kanı: İnsanlık Tarihinin İlk Cinayeti


Kabil,

Kardeşine karşı kıskançlığa kapıldı.

Öfke ve nefret,

Kalbini kararttı.


Habil,

Ona yumuşaklıkla nasihat etti:


“Allah ancak müttakilerin amelini kabul eder.

Sen bana el kaldıracak olsan bile,

Ben sana el kaldırmam.

Çünkü ben âlemlerin Rabbinden korkarım.” (Maide 5:27-28)


Fakat Kabil,

Bu sözlere kulak asmadı.

İlahi korkuyu unuttu.


Bir gün,

Kıskançlık ateşiyle kardeşine saldırdı

Ve onu öldürdü.


İnsanlık tarihinde ilk kez,

Bir can haksız yere toprağa düştü.


Bu ilk cinayet,

İnsanın içindeki kötülüğün nelere yol açabileceğini

Acı bir şekilde gösterdi.


Ehlibeyt öğretilerinde,

Kabil’in cinayeti sadece bir fiziksel öldürme değil;

Aynı zamanda İlahi adalete karşı isyan olarak anlatılır.




2.12 Pişmanlık ve İlahi İbret: Toprağın Öğrettikleri


Kabil,

Kardeşini öldürdükten sonra,

Cesedi ne yapacağını bilemedi.


Rab,

Ona bir işaret gönderdi:

Bir karga, başka bir kargayı öldürüp onu toprağa gömdü.


Kabil,

Bunu görünce acı içinde haykırdı:


“Yazıklar olsun bana!

Şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini örtemedim.” (Maide 5:31)


Bu sahne,

İnsanın işlediği günahın ardından duyduğu pişmanlığın,

Fakat çok geç kalmış bir pişmanlığın ilk örneğiydi.


Toprak,

Yani yeryüzü,

Ona hem günahını,

Hem de pişmanlığını sessizce gösterdi.


Ehlibeyt kaynaklarında,

Kabil’in,

Bundan sonra yeryüzünde sapıklık önderlerinden biri haline geldiği,

Ve zalimlerin atası olarak anıldığı belirtilir.



2.13 İnsanın İlk Rehberliği: İlahi Hidayetin Yeryüzüne İnişi


Toprak,

Kardeş kanını içtikten sonra,

İnsanlık artık yol ayrımına geldi.


Kötülük,

Kıskançlık ve isyan tohumları filizlenmişti.

Eğer bu karanlık kontrol edilmezse,

İnsanlık kendi kendini tüketmeye mahkûm olacaktı.


Bu yüzden,

Allah Teâlâ, insanlara rehberlik etmek üzere ilahi hidayeti indirdi.


Âdem’in Peygamberliği


Ehlibeyt öğretilerine göre,

Âdem sadece ilk insan değil,

Aynı zamanda ilk peygamberdi.


Allah ona,


Doğruyu ve yanlışı,


Temiz ile pis olanı,


İlahi emir ve nehiyleri

Vahiy etti.



Âdem, çocuklarına ve torunlarına şöyle seslendi:


“Ey evlatlarım!

Şeytan sizin apaçık düşmanınızdır.

Sakının!

Allah’a kulluk edin,

Hakikatten sapmayın!”




Bu öğütler,

Yeryüzünde ilk dini cemaatin doğmasına sebep oldu:

Hakk’a tapanlar.


Fakat insanın içindeki heva ve heves,

Çok geçmeden Hakk’ın sesini bastırmaya başladı.




İlk İsyan Dalgası: Şeytani Akımlar


Kabil’in çocukları,

Yavaş yavaş İlahi emirleri terk etti.


Onlar,

Dünya sevgisini, malı, makamı, bedeni ilahlaştırdılar.

Kötülük, sanatla ve güçle birleşerek süslü gösterilmeye başlandı.


Ehlibeyt kaynaklarında,

Bu dönemde sapkınlığın yavaş yavaş organize bir toplum haline geldiği bildirilir.


Bazıları,

Allah’ı açıkça inkâr etmeye başladı.

Bazıları ise,

Hak ismini kullanarak batılı yaydı.


İnsanlık,

Daha ilk nesilde,

İyilik ve kötülük kutuplarına ayrılmaya başlamıştı.




İyiliğin Muhafızları: Salih Nesiller


Ama her zaman Hak ehli vardı:

Sadrı temiz, kalbi Allah’a bağlı insanlar.


Bu insanlar,

Âdem’in saf yolunu korudular.

Onlar için din, sadece bir inanç değil,

Bir hayat biçimiydi.


Ehlibeyt rivayetlerinde,

Bu sâlihlerin,

Zahirde zayıf,

Fakat bâtında güçlü olduğu anlatılır.


Onlar,

Küfür ve tuğyanın ortasında,

Küçük ama sarsılmaz bir nur gibi parlıyorlardı.


Bu grup,

Geleceğin peygamberlerinin ve veli kullarının ataları olacaktı.




İlahi Mesaj: Gelecek Nesiller İçin Bir Ahid


Allah,

Âdem’e ve temiz evlatlarına bir ahid verdi:


“Size rehberler gelecek.

Onlara uyarsanız, kurtuluşa erersiniz.

Yüz çevirirseniz,

Azabım şiddetlidir.”




Bu ahid,

İnsanlık tarihinin asla değişmeyen yasası oldu:


Hak her zaman vardır,


Hidayet her zaman bir nur gibi parlar,


Ama onu seçmek, özgür iradeye bırakılmıştır.



Ehlibeyt’e göre,

Bu ahid,

Daha sonradan Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve en sonunda Muhammed (s.a.a) ile kemale erecek olan büyük bir zincirin başlangıcıydı.


Velayet nuru,

Bu zincirin ruhu olacaktı.




2.14 İnsanın İlahi Halifeliği: Yeryüzünde Velayet ve İmtihan


İnsanın yaratılışındaki sır,

Sadece yaşamak ve çoğalmak değildi.

Allah Teâlâ, insanı yeryüzünün halifesi olarak seçmişti.


Bu hilafet,

Bir saltanat değil;

İlahi emanetin taşınmasıydı.


Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur:


“Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.” (Bakara 2:30)




Ve bu hilafet,

Sadece zahiri bir yönetimi değil,

Bâtıni bir rehberliği de kapsıyordu.


Halifelik Ne Demektir?


Halife,

Kendi iradesiyle değil,

Gönderildiği Zat’ın iradesiyle hareket eder.


Yani insan,

Allah’ın hükmünü yeryüzünde uygulamak,

Adaleti ayakta tutmak,

Ve yaratılışın gayesini korumakla yükümlüydü.


Ehlibeyt kaynaklarında,

“halife” kavramı,

Özellikle Allah’ın nuru ile hareket eden seçilmişler için kullanılır.

Bunlar, sıradan insanlar değil,

Hakikatin taşıyıcılarıydı.


Âdem’in Halifeliği


Âdem,

Bu hilafetin ilk taşıyıcısıydı.


Allah ona isimlerin tümünü öğretti.

Bu,

Sadece zahiri isimler değil;

Eşyanın hakikatlerini,

Varlıkların sırlarını ve ilahi düzenin yasalarını kapsıyordu.


Kur’an’da şöyle geçer:


“Allah Âdem’e bütün isimleri öğretti...” (Bakara 2:31)




Ehlibeyt rivayetlerine göre,

Bu ilim,

Sonraki tüm peygamberlerin ve velilerin öz ilmi oldu.


İsimlerin ilmi,

Yaratılışı yönetme ve anlama kabiliyetidir.


Dolayısıyla Âdem,

Hem yeryüzünü fiziksel olarak idare eden,

Hem de onun ruhani hakikatine vâkıf olan bir ilahi temsilciydi.


Yorumlar


© 2025 Sahib-ez Zaman Media'ya Tüm Hakları Saklıdır 

bottom of page